Yine Mi Gelmediler Etüte!

Beyaz peyniri ekmeğin arasına bir güzel sıkıştırmıştı babaannem…

Tüplü televizyonun açık olduğu alt kattaki odada, ahşap masayı açmış ve ayaklığını da demir tutucuya oturttuktan sonra kahvaltılıkları yavaş yavaş masaya getirmeye başlamıştı babaannem. Havalar artık ısınmaya başladığı için soba yanmıyordu. Keşke yansaydı da demlik çay tüpte demleneceğine içimizi ısıtan sobanın üstünde demlenseydi. Televizyonda yine sevdiğim bir çizgi film oynuyor. Babaannem sofrayı hazırlarken ben de divanın üstüne uzanmış çizgi film izlemeye devam ediyorum. O Jerry yok mu o Jerry, ne yaramaz vallahi. Tom’a yapmadığını bırakmıyor yine. Birbirlerini durmadan kovalayıp duruyorlar. Ama kesinlikle keyif verici oluyor onları izlemek.

Artık çay da demlenmişti. Babaannem peyniri ekmeğin arasına sıkıştırdı ve çay bardağının içine hafifçe batırdıktan sonra o leziz atıştırmalık kahvaltıyı bana uzattı. İlk lokmayı her zaman o verirdi ağzıma. Güzel mi güzel bir kahvaltıdan sonra beslenme çantamı da hazırlayıp okula doğru yol alma vakti yaklaşıyordu. Önlüğümün bir kaç düğmesi yine farklıydı. O kadar yaramaz bir çocuğun tabiki de düğmeleri her gün düzenli olarak kopacaktı. Ve aynı düğmeleri bulmak da şimdiki modacıların bile üstesinden gelemeyeceği kadar zor bir işti. Mavi önlüğümün beyaz yakası ise yine kolalı ve tertemizdi. Tabi okula gidene kadar…

Evden çıktıktan sonra Selin çoktan aşağı inmiş benim köşeyi dönmemi bekliyordu. Eğer bir aksilik olmazsa bugün de okul sonrası mahallede onunla ya yakar top oynayacaktık ya da ip atlayacaktık. Gerçi benim sağım solum belli olmuyordu. Belki mahalledeki çocuklarla sokak arasında futbol da oynayabilirdim. Bunu okul saatlerinin sonu gösterecekti. Selinle beraber okulun yolunu tutmaya başladık. Sırtımızda hafif bir çanta, ve elimizde de beslenme çantamız… Hem sohbet ediyoruz hem de yavaş yavaş yol alıyoruz. Hafif eğimli bir yokuş, ardından bir kaç evin arasından sitelerin bulunduğu çıkmaz bir sokak ve hemen bitiminde de yaklaşık yirmi veya otuz basamak merdivenli bir yol… Ve işte okul kapısı gözüktü bile.

Selinle aynı okuldaydık ancak o benden bir üst sınıftaydı. Muhtemelen bu akşam da okul dönüşü onu atlatacaktım. Çünkü daha okulun bahçe kapısından içeri girer girmez maç yapan bizim çocukların yanına koşmuştum bile. Henüz sabahın köründe bu ne enerji anlamış değilim. Tabi ki maç çok uzun sürmedi. Okul zili çalmaya başladı. Hemen sınıf sınıf sıraya girdik ve güzel sesli bir öğrenci andımızı okumaya başladı. Ve biz de onun söylediklerini tekrar ettik. Ve yine sınıf sınıf tüm öğrenciler okulun içine doğru yol almaya başladık. Okulun içine bu şekilde girmeye bayılıyorum. Sıranın en başında 5. sınıflar yer alıyor. 5A, 5B ve 5C… Okula her zaman ilk onlar giriyor. Sanki bir askeri tören yürüyüşü gibi herkes düzgün bir şekilde okula giriş yapıyor. Tabi girerken öğrenciler olarak konuşacak o kadar çok şeyimiz varki, bir uğultudur alıyor başını gidiyor.

Muhlis öğretmenimiz gelene kadar sınıfın içi yine curcuna gibiydi. Ben de her zaman olduğu gibi yine Erman ile yaramazlık yapıyor sağa sola laf atıp duruyordum. Bunun farkında olan Muhlis öğretmenim beni Erman’la yan yana oturtmuyordu. Ben Emre ile oturuyordum çünkü sınıfın en çalışkan öğrencileriydik. Gerçi bunun vermiş olduğu egoyla Emre ile dersleri dinlemiyor bol bol sohbet ediyordum ama öğretmenim beni Erman ile oturtmaktansa Emre ile oturtmaya tercih ediyordu. Sanırım böylesi onun için daha iyiydi. Öğretmenim sınıfa girince önce ayağa kalktık ve sonra “Günaydın çocuklar” sözüne hep bir ağızdan “Saaaaağooooool” diye yanıt verdik. Yoklama başladı. 15- Lütfü Onur SUSAN.

– Buradayım öğretmenim!

Ders başladığında Emre ile bugün arka sıralardan birine geçmeyi uygun gördük. Kırtasiyeci Selçuk abiden aldığım yeni kalem kutumu masaya çıkarttıktan sonra Emre ile bir kaç gündür üzerinde uğraştığımız şeyi yapmaya karar verdik. Arı Maya’lı silgimizden minik bir parça kopardık ve Robot kalem kutumun düğmesine bastığında çıt diye bir anda ortaya çıkan kalemtraş bölmesinin üstüne yerleştirdik. Bu kalemtraş düğmesine basılınca bir anda yukarı doğru sert bir şekilde çıkıyor ve bir nevi mancınık görevi görerek silgi parçasını ön sıralara kadar gönderiyordu… Ve işte oyun şimdi başlıyor…

Emre ile hedefimiz İlknur’du. En ön sıranın hemen arkasında oturuyordu. Saçını, modelinin ismini bile bilmediğim bir şekilde; sanki hedef olmak istermişçesine annesine yaptırdığı her halinden belliydi. Arı Maya silgimizden dört beş tane minik parça hazırladıktan sonra başladık o parçaları İlknur’un kafasına yollamaya… Birinci atış: Iska! Kalem kutuyu biraz daha sağa çevirmemiz lazımdı. Emre ayarı yaparken ben de silgi parçalarını kalemtraş bölmesine yerleştiriyordum. İkinci atış: Ah! Sırtına isabet etti. Ama en azından açımızı doğru tutturmuştuk. Öğretmenimiz ders anlatmaya devam ediyor ama bizim umrumuzda mı sanki… Evet bu parça çok güzel oldu… Emre kalem kutusunun altına bir kaç defter koydu ve açıyı yükseltti. Silgi parçası yerine yerleştirildi ve atış! Ve Emre ile bizde bir kahkaha… Tam 12’den vurduk. Silgi parçası İlknur’un kafasındaydı. Tabi kafasında silgiyi hisseden İlknur hemen arkasını dönüp etrafına bakındı ama biz hiç oralı olmadık… Sanki ders dinliyormuş gibi Emre ile öğretmenimize doğru bakıyorduk. Bir ara Emre ile sınıfa göz attığımızda Fatih burnuyla oynuyor ve sümüğünü top yapmaya çalışıyordu. Acaba silgi atışlarını ona doğru mu yönlendirsek diye Emre ile düşünmedik de değil. Ancak hemen bu fikrimizden vazgeçtik.

Fakat bu maceramız da çok uzun sürmedi. Diğer atışları da isabet ettirince Muhlis öğretmenim bizim bir şeyler çevirdiğimizi hissetti ve oturduğu masadan bize seslendi…

  • Onur, Emre ayağa kalkın bakayım… Ne yapıyorsunuz siz orda?
  • Öğretmenim sizi dinliyorduk.
  • Ne anlatıyorum peki ben? En son söylediğim şeyleri tekrar edin bakayım?

Bizde ses seda yok… Yavaşça yanımıza geldi ve tahta cetveliyle hafif sertlikte ellerimize bir güzel vurdu. Bir sonraki ders ayrı oturmamızı söyledi ve biz bu yaramazlıktan dolayı gün sonuna kadar Emre ile ayrı oturacaktık.

Tenefüs zili çalar çalmaz Emre ile merdivenlerden koşar adımlarla aşağıya kantine indik ve hemen simit ile gazoz aldık. Tabi gazozu içmek için değil çalkalayıp etrafa fışkırtmak için almıştık. Ara sıra bu şekilde tenefüs saatlerinde kendimize eğlence buluyorduk. Ama Emre, zaten cezalı olduğumuz için bugün bu gazoz macerasını yapmamamız gerektiğini bana söyledi. Kesinlikle akıllıca bir düşünceydi. Ve bende onun bu önerisine uydum.

Dersler su gibi akıp geçince öğle arası vaktimiz gelmişti. Öğle molası dersinin son ara zili çalınca öğretmenimiz hepimizi ayağa kaldırdı ve o meşhur sözünü söyledi;

  • Afiyet, şeker, bal, kaymak… Hepinize iyi öğlenler.

Tüm öğrenciler olarak Saaaaağoooooool dedik ve Emre ile yola koyulduk. Neden Emre ile diye sormayın. Sordunuz mu? Emre ile de evlerimiz çok yakın. Ve onun da ailesi çalıştığı için o da babaannesine gidiyor. Hemen bir alt sokakta oturuyor onun da babaannesi. Her neyse. Koşa koşa evin yolunu tuttuk. Okuldan bizim ev 15 dakika falan sürüyor. Yemeğimizi yedikten sonra, tekrar Emre ile okula döndüm.

Okulun bahçe kapısından kan ter içinde okul bahçesine daldık ve yine aynı tablo. Çocuklar maç yapıyor. Ve biz de hemen o muhteşem müsabakanın içine daldık ve üstümüz başımız kir toz olana kadar koşturup durduk. Tabi ki benim olduğum takım kazandı. Ama “o gol sayılmaz, sen faul yaptın” muhabbetleri bitmek bilmiyordu. Öğleden sonraki derslerde bir şekilde geçtikten sonra artık dağılma vakti yaklaşıyordu… Ancak aklıma gelmişken hemen söyleyeyim. Bugün etüt vardı. Evet etüt. Hem de matematik.

Acil bir şekilde Emre ile bu duruma bir çözüm bulmamız gerekiyordu. Okulun bahçesinde maç yapmak varken, sınıfta kalıp fazladan bir kaç saat matematik dinlemek niye? Ne işe yarayacaktı büyüdüğümüzde bu formüller? Paydos zili çalmıştı. Çantalarımızı ve bir kaç defterimizi sınıfın içindeki dolaplara koymuştuk. Çoğu arkadaşımız evin yolunu tutarken, futbol delisi bizler topumuzu alıp okul bahçesinin yolunu tutmuştuk. Ve yine üçer beşer merdivenleri indik ve bomboş okulun o kocaman bahçesinde sadece bizler vardık.

Muhlis öğretmenim etüte kesinlikle gelmemizi daha paydos zili çalar çalmaz Emre ile bana söylemişti. 

  • Onur ve Emre… Eğer bugün de etüte gelmezseniz sizi ailelerinize söyleyeceğim. Ve yarın kulaklarınızı çekeceğim.
  • Peki öğretmenim. Geç kalmayacağız ve derse katılacağız.

Maç inanılmaz heyecanlı. Tolga sol ayak olduğu için tek başına iki üç kişiye çalım atmıştı bile. Rakip kalede Eser vardı. Koca cüssesiyle ona nasıl gol atacağımızı kara kara düşünür dururduk. Avazım çıktığı kadar bağırıp pas istiyordum. Emre ise rakip defansta durmuş bizim gelmemizi bekliyordu. Tolga bana pas verdi ve ben de topu yan duvara çarptırıp bir kişiyi hileli de olsa geçtim. Tam o sırada Emre bana doğru koşmaya başladı. Ve ben de çok çabuk bir hareketle topu tekrar Tolga’ya attım. Kaleci Eser’le karşı karşıya kalan Tolga sol ayaklı olmanın verdiği avantajla Eser’in ters köşesine topu yolladı ve golü yaptı…

Meğer zaman su gibi akıp gitmiş. Etüt başlama saati gelmiş ve bizim arkadaşlar çoktan sınıfa gitmişken biz hala okulun bahçesinde maç yapıyorduk. Eve bile gitmemiş, maçın heyecanıyla etüt saatini de geçirmiş, koca okulun bahçesinde bağırıp çağırıyorduk… Ve birden üst katlardan bizim sınıfın camından gelen bir ses!

  • Emreeee. Onuuuur. Siz yine mi kaçtınız dersten? Maç mı yapıyorsunuz orada hala! Ben size yapacağımı bilirim yarın.

Muhlis öğretmenim gerçekten sinirlenmişti. Emre ile hemen maçı bırakıp ne yapacağımızı düşünmeye başladık. Derse gitsek zaten ortasına yetişmiş olacaktık. Eve dönsek durum daha da kötü olacaktı. Ya da 10 devre 20 biter maçın sonuna kadar devam edip kim kazanacak onu öğrenecektik. Çünkü maçın sonunda rakibe “yendik, şişirdik, dolma yaptık pişirdik” demek vardı. Ama Emre ile uslu birer öğrenci olduğumuzu öğretmenimize kanıtlayabilmek için, maçı bırakıp koşa koşa öğretmenimizin yanına gittik. O sıkıcı matematik dersini yarım yamalak bile olsa dinlemek, en azından öğretmenimizin sinirinin biraz yatışmasını sağlayabilmek bizi mutlu edecekti.

Koridorda koşar adımlarla ilerledik. Ahşap kapıyı vurduk ve “gel” sesini duyar duymaz kapıyı açıp boş gördüğümüz ilk sıraya koşmaya başladık… Fakat bu kadar kolay olacağını sanmak tamamen çocukluğumuzun bir kanıtıydı sanki. Muhlis öğretmenim hemen bizi tahtaya kaldırdı ve önce kulak memelerimizi iyice çekti sonra da o ahşap cetvelle avuçlarımızı yeniden tanıştırdı. Bu kez sabahki tanışmaya nazaran biraz daha set vurmuştu cetvelle avucumuza. Emre ile dolapların yanına gittik, matematik defter ve kitaplarımızı aldık ve sıramıza oturduk.

Sıkıcı etüt dersinden sonra koşar adımlarla mahallenin yolunu tuttuk. Emre ile ayrıldıktan sonra, babaanneme geldim ve önce elimi yüzümü yıkadım, sonra da üstümü değiştirdim. Çünkü sırada hava kararana kadar sokakta oynamak vardı. Ne de olsa ödev yapmak bana göre değildi. Dışarı çıkıp mahalledeki arkadaşlarla da maç yaptıktan sonra hava kararmaya yakın ezan okunmaya başladı ve babaannem köşeye çıkıp bana seslendi. Artık eve girme vakti gelmişti… Bugün de sokak maceramın sonuna gelmiştim.

Ve yine divanın üzerindeyim… Babaannem akşam yemeğini hazırlamaya başlıyor. Ahşap masa yeniden kuruluyor. Televizyonda ise Yalan Rüzgarı. Evet bu diziyi seviyorum sanırım. Victor Newman çok karizma bir adam. Bayağı da zengin. Niki Newman ile bakışmaları ve diyalogları beni pek bağlamasa da ben Christine’in çıkmasını bekliyorum. O sapsarı saçları ve masmavi gözleriyle. Sanırım benim hayalimdeki güzel kadın profili o. Büyüyünce böyle bir kız bulacağım sevgili olarak buna eminim. Sanırım yorulmuşum. Divanın üstünde mayışmaya başladım. Annemler işten dönene kadar biraz şekerleme yapsam iyi olacak. Ödev de yok ne de olsa. Bugün güzel bir gündü. Cetvel tadı da olmasa daha iyi olacaktı sanki. Christine mi o ekrandaki? Bak ya! Paul sanırım ona asılıyor. Yok ama asılamaz. Jill asla izin vermez böyle bir şeye… Paul’da yakışıklı ama. Hem de şirket yöneticisi. Christine tabi bakar ona. Yok yok bakmaz… Christine bana bakacak ben biraz daha büyüyünce.

Sevgilerle…

“Onur SUSAN”

Yine Mi Gelmediler Etüte!” için 2 yorum

  1. Bu tatlı hikayede yürüyordum. O yokuş ikiye ayrılıyordu. Minik adımlarım dalıp gitmiş. Yanlış tarafa dönmüşüm.
    Zaman ne zaman geçmiş?
    Büyümüşüm. Yolun yarısını geçmişim. Az kalsın dersime geç kalıyordum; ama olsun. Yazar ellere hiçbir sızı değmesin geç kalsak bile.

    Liked by 1 kişi

  2. 🤗🤗🤗

    Beğen

Lütfen bir cevap yazın.

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi:
search previous next tag category expand menu location phone mail time cart zoom edit close